1. HABERLER

  2. KÖŞE YAZISI 'MAKALE'

  3. İrfan Aktan: IŞİD'e Karşı Bayraklar
İrfan Aktan: IŞİD'e Karşı Bayraklar

İrfan Aktan: IŞİD'e Karşı Bayraklar

IŞİD'in Musul'u ilhak edip Türkiye konsolosluğunu bastığı gün, Türkiye'de hâlâ bayrak gösterileri yapılıyor ve Kürt karşıtı ateş bizzat hükümet eliyle harlanıyordu.

A+A-

Irak ve Suriye’deki son gelişmeler PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Ortadoğu’ya dair öngörülerini bir kez daha teyit etti. Öcalan’ın köktendinci örgütlere dair başından beri yaptığı ikazlar bir yana, 11 yıl önce, 26 Mart 2003’te yaptığı şu tespiti hatırlayalım: “Ortadoğu’da gerici diktatörlükler çözülecek, Ortadoğu’daki rejimleri kimse kaldıramıyor, bu rejimler aşılacak. Emperyalist, kapitalist sistem ile Ortadoğu çelişiyor. Ya ABD’nin yeni adamları devreye girecek ya da halkların demokratik baharı gelişecektir. İkisi de zor gelişecek. Şimdi yaşanan ara dönemdir.” Öcalan’ın “ara dönem” dediği süreç devam ediyor. Fakat bölge devletlerinin iktidar savaşları ve onların destekledikleri IŞİD türü vahşet örgütleri, halkların demokratik baharını giderek ihtimal dışı bırakıyor.

Kara bayrakları, dehşet saçan vahşetiyle Türkiye ve Kürdistan’ın yanıbaşında, Ortadoğu’nun göbeğinde peyda olan köktendinci faşist IŞİD örgütüne Suriye’deki çalkantıyla beraber hükümetin gösterdiği iltimas ve desteğin dökümünü yapmak artık çare değil. Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinliği” sadece Türkiye’yi değil, tüm bölgeyi faşizmin sığ sularında boğmak üzereyken yeni bir toplumsal ittifaka mecburuz. Aksi halde bu sığ sularda didişirken hepimiz boğulacağız. Fakat bu ihtimal için öncelikle iki ayrı bayrak etrafında konumlanmış Türkler ve Kürtlerin birbirinin değerlerine saygı duymalarının zemininin oluşması lazım. Ne var ki, IŞİD’in Musul’u ilhak edip Türkiye konsolosluğunu bastığı gün, Türkiye’de hâlâ bayrak gösterileri yapılıyor ve Kürt karşıtı ateş bizzat hükümet eliyle harlanıyordu.

4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de ABD güçlerinin bir grup Türk askerinin başına çuval geçirmesinin yıldönümündeyiz. Hafıza-i beşer nisyan ile malûl olduğu için hatırlatmakta fayda var: ABD’nin bu saldırısını devletin derin güçleri Kürt karşıtlığına tahvil etmiş, Güney Kürdistan’a yönelik ırkçı beyanatlar had safhaya ulaşmış, Türkiye’de Kürtlere yönelik linçler tertiplenmiş ve 2005’teki Newroz kutlamaları sırasında karanlık bir el, iki çocuğun eline Türk bayrağı verip “yaktırarak” Genelkurmay’a o meşhur “sözde vatandaş” tabirini kullanma fırsatını vermişti. Devletin Kürt karşıtı oyunları, hep aynı senaryonun yeni oyuncularla sahneye konmasından ibaret. Nitekim devletin yeni oyuncularının, “çözüm sürecinde” Kürdistan’ı kalekol zoruyla Ankara ’ya bağlama çabasını reddeden Kürtlere Lice’de gösterdiği namlu, Diyarbakır’daki Türk bayrağının bir genç tarafından indirilmesiyle ateşlendi. Fakat oyunun yönetmeni olan Uzun Adam hâlâ sahnelerden haykırıyor ve Çehov’un ünlü sözüne atıf yaparcasına sahnedeki/duvardaki silahın oyunun sonunda niçin patlamadığının hesabını soruyor.

Ortak değer

Lice’deki olay iddia edildiği gibi bir provokasyonun neticesi de olabilir, öfkeli bir Kürt gencinin bayrağa atfettiği anlamın vardırdığı sonuç da. Çünkü Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Türk(iye) bayrağı, milliyetçi devlet tarafından ısrarla Türk bayrağı olarak dalgalandırıldı ve asla Türkiye bayrağı olmasına müsade edilmedi. Lice’deki olayla birlikte, tıpkı 2005’te Mersin’de iki çocuğun Türk bayrağını yaktığına dair tevatürden sonra olduğu gibi Türkiye’nin batısında linçler, saldırılar, bayrak gösterileri arttı. Taksim’de elinde Türk bayraklarıyla peydah olan bir grup genç “savaş, diren, özgürleş” sloganı atıyor, yeni bir çatışmanın arzusunu dillendiriyordu. Sosyal medyada “bu bayrak hepimizin ortak değeri” yollu mesajlar yayılırken, “ortak değer”in ortaklaşmaya vesile olmaması üzerinden yürütülen tartışmalar bir türlü şu soruya varamıyordu: Lice’de indirilen Türk bayrağı neden Türkiye bayrağı değil? Kürtler açısından ay-yıldızlı bayrak nasıl bir anlam içeriyor? Bu soruya tarih sayfalarını karıştırarak da yanıt aranabilir ama güncel durum yanıtı kendi içinde barındırıyor. Türkiye’de halihazırda iki halk, iki farklı değere yönelik saldırılarda birbirine karşı kenetlenebiliyor. Türk bayrağına karşı herhangi bir saldırı Türkleri, Abdullah Öcalan’a yönelik herhangi bir saldırı da (İmralı’da saçlarının zorla kesilmesi gibi) Kürtleri birbirine kenetliyor. Bayrak fetişizmine dair değerlendirmelere girmeden şunu teslim edelim ki, Türkiye toplumu bir süredir çift bayraklı.

Bayrağı bayrak yapan

1999’da Abdullah Öcalan Türkiye’ye teslim edilip elleri kelepçeli olarak Türk bayrağının önünde fotoğraflandığı andan itibaren Kürtler, Öcalan’ın fotoğrafını bayraklaştırdı. Gezi direnişi sırasında Taksim’deki sancaklarda hem Türk bayrakları dalgalanıyordu hem de Kürt bayrağı olarak Öcalan posteri. Bayrağı bayrak yapan “kan” ise, Kürtlerin de uğruna kan döktükleri mücadeleyi simgeleştirdikleri bir değer olacaktı elbette. Nitekim ‘99’daki malum sahneden itibaren yeşil-sarı-kırmızı renkler Kürtler açısından bir sembol olarak kalırken, Öcalan bayraklaştırıldı. Sanıldığının aksine bu sorgusuz-sualsiz bir tapınma değil, Türk bayrağını Kürtlere karşı kullananlara, onu Kürdistan’da bir silah olarak işlevselleştirenlere esaslı yanıttı ve dahası bir onur meselesiydi. Öcalan’ın Türk bayrağı önünde fotoğraflanması, Türkiye tarihinin en bölücü eylemiydi. Kürtlerin onurunu kırma, onlara “bu bayrağın altında kelepçeli olarak kalmaya mahkûmsunuz” mesajıydı. Kürtler bu mesaja Öcalan’ı bayraklaştırarak, hayati taleplerini erteleyip bu “bayrak” etrafında kenetlenerek, kendilerini yakarak, intihar ederek, dağa çıkarak yanıt verdiler.
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün Türkiye Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması için 2006’da İstanbul ’un bir kenar semtinde görüştüğüm kadına, karşılaştıkları devlet zulmünü ve taleplerini sormuştum. Köyleri yakıldıktan sonra sekiz çocuğuyla birlikte İstanbul’a kaçmışlardı. Kocası hapisteydi. Kaldıkları tek göz ev daracıktı. Evdeki tek mobilya bir dolaptı ve o dolabın üstüne büyükçe bir Öcalan posteri asılmıştı. Hükümet o sıralarda köye dönüşler için tazminat yasası çıkarmaya hazırlanıyordu. Kocası hapiste, köyü yakılmış, sekiz çocuğa bakmaya çalışan kadın devletten hiçbir talepleri olmadığını ısrarla vurguluyordu. “Nasıl yani, bu kadar haksızlığa uğradığınız halde hiçbir talebiniz yok mu?” diye sorduğumda kadın, devletin Kürtlerin kırılan onurunu tamir etmekle işe başlaması gerektiğine vurgu yapıyordu: “Hayır, önce Apo’yu bıraksınlar.” Öcalan’ın 2003’teki öngörüsüyle başladığımız sözü 2 Ağustos 2009’daki hatırlatmasıyla bağlayalım: “Sosyal olaylar tek kişi üzerinden yürümez; gidişatı çok yönlüdür. Ancak katkı sunabilirim. O da şartlarım değişirse. Sorumluluğumu yerine getirmemi istiyorlarsa buyursunlar tartışalım. Kim bölücü, kim değil, kim ölümlerden yana, kim ölümleri engelliyor, ortaya çıkacaktır. Şunu anlamak gerekiyor: Kürt Türksüz, Türk de Kürtsüz olmaz. Kürt olmadan Türk de biter.” Öcalan’ın şartlarının değişmesinin zamanı çoktan geldi de geçiyor. Şimdi artık hakikati idrak etmenin zamanı. Davutoğlu’nun agresif stratejisi neticesinde Kürtleri, Arapları, Türkleri, Alevileri, Hıristiyanları, Êzidîleri, medeniyet denen neyse hepsini vahşetinin hedefi haline getiren IŞİD türü yeni bir kanserli hücrenin dirilişiyle karşı karşıyayız. Bu hücreye karşı ya “bayrakları” özgürleştirip ortaklaştıracak ve birbirimizin kırılan onurunu tamir ederek direneceğiz veya hep beraber cehennemin kapısından içeri gireceğiz.

İrfan AKTAN

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar PolitiKARS.com tarafından onaylanmamaktadır.